HADİ ÖLDÜRSENE CANİKOM !
Geçtiğimiz günlerde muhteşem bir oyun seyretme şansı yakaladık. Dilek Türker, Ayberk Attila ve Tiraje Başaran, Aziz Nesin’in ” Hadi Öldürsene Canikom ” güldürüsüyle bize birbirinden keyifli dakikalar yaşattı. Uzun zamandır fırsat bulup da içinde olamadığım o tiyatro atmosferini nasıl da özlemişim ve sahnede ustalar olduğunda bize düşen derin derin içimize çekmekti bu eşsiz şöleni.
Dilek Türker, Tiraje Başaran ile birlikte, bir kadının yaşı olmayacağını nasıl da güzel anlatıyor ve o ürkek dişil yanımızı nasıl da özgürlüğüne ve hak ettiği öz değere kavuşturuyordu. Hep perde arkasında kalan sözde ” mahrem ” doğamızı nasıl da incelikli ve muhteşem bir kurguya kattığı ışık dolu bir bilgelikle gözler önüne seriyordu. Ayberk Attila da erilin dişildeki incinmişliğini üstlendiğinde, bizi alıp götüren paslaşmalar, sahnede bize ritmi ve ahengi, yer yer düşündürüp yer yer kahkahalara boğduran bir dansla seyrettiriyordu. Söz konusu Aziz Nesin ve böyle muhteşem bir kadro olduğunda, alt metin epey bir doluydu. İnen alabiliyor, arzu eden sadece akışın keyfini çıkarabiliyordu.
Tiyatronun kendine has, farklı bir ışığı vardı. İnsan izlemekten öte yaşıyordu bu ışığı, hele ki sahnede ustalar olduğunda ve o an yaşamın ışığı oluyordu sanki her şey, kendinden çıkıp kendini seyretme şansı buluyordu. Yaşam ona, o olup dilleniyordu. Korkular gülümseyerek kendinden bahsetmeye başlıyordu. Öfkeler kendine has bir yöntemle sempatikleşebiliyordu. Derken el ele tutuşuyordu her şey ve herkes, sahnede barış ve sevgi beliriyordu. İnsan umuda gebe kalıyor, doğum sancısı kutlu bir doğum oluyordu ruhunda ve bedeninde. Nur topu gibi yürek ışıklarımız oluyordu, o kapıdan geçip yenilenmiş ışığımızla yaşama dolabildiğimizde.
Oyunun sonunda Dilek Türker içten bir seslenişle kucaklamıştı bizi. Bizler onları saatlerce alkışlasak onların bugünlere taşıdıkları gösterdikleri özveri ve harcadıkları emeğin hakkını ödeyemecekken, o bize teşekkür ediyordu; aydın bir toplumun ışığı olarak orada onlarla olduğumuz için. Geçtiğimiz haftaki yazımda bahsettiğim Esin Afşar’ın ölüm yıl dönümünde yaşadığım duygu ve umut dolu, bir insan olarak insandaki ışığı görerek onur dolu dakikalardan sonra burası bana çok iyi gelmişti. Bu büyük ustalar, bu ışık taşıyan bilinçler bizler için öyle değerliydi ki. Biz onlarla büyümekteydik, onlar bizimle ve dünya yeni bir dünya oluyordu barış ve sevgiyle el ele verdiğimizde. Yaşam daha bir farklı konuşuyordu, onu duyabildiğimizde.
Onlar bugünlerimize kaynak olan ışıklardı. Onlar canla başla çalışıp bugünlerdeki bizleri çağırmıştı. Bize düşen bu emeğin farkına varmak ve bayrağı hakkıyla taşımaktı. Yarınların ışığı olmaktı. Birlikte olmaktı. Ölümsüzlüğünü ispatlamış ışıklarıyla bütünleşip ölümüsüzlüğümüzün ışığını yakmaktı.
Dilek Türker ve ışık yakan tüm ustalar bize emin duruşlarıyla ” yürü ” diyordu. Onlar köşelerinde oturmayarak, üreterek ve toplumsal rol alarak bize ” durma ” diyordu. Onlar en ağır yükü inançla taşıyordu.
O muhteşem tiyatro atmosferinde auralarımız birbirine değerken, kim bilir ruhsal olarak ne muhteşem geçişler yaşanıyordu. Kim bilir görünenin ötesinde kimler kimler orada bizimle oluyor ve bütünleşerek yüreklerimizde ışığa kavuşuyordu. Gittiği her yerde kimlerin kimlerin onunla o yolda yolcu olduğunu kim biliyordu?
Aziz Nesin Vakfı için de bir sorumluluk projesi olduğundan bahsediyordu Dilek Türker bu oyunun, burs alan öğrenciler destekleniyordu ve Dilek Türker ekliyordu ” her projemde olduğu gibi ”. Bize öyle çok şey hatırlatıyordu ki ulu çınarlar, bunun adı ancak yürek ışığı olabilirdi.
Haldun Dormen ve perde arkasındaki tüm değerli yüreklerin ve ellerin de emekleri vardı bu oyunda. Sanat buram buram emek kokuyordu ve ben bu kokuyu çok sevdiğimi fark ediyordum. İnsanı ve her şeyi öyle güzelleştiriyordu ki bu koku. Bence bunun adı insan kokusuydu ve biz bu kutsal kokuyu hak ediyorduk.
‘’ Sanatsız kalmış bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir. ‘’
Yüreğim dolusu Sevgiler